23 Kasım 2014 Pazar

Özetle Okumayı Sevmiyorduk

    ....Eh! yani özetle okumayı sevmiyorduk. Oysaki kutsal kitabı ''Oku!'' diye başlayan bir dinin mensubuyduk bir çoğumuz (!) Ama gel gör ki durum ortada. Okulda öğretmenler ödev verirdi bazı kitapları okumak için. Düşün yani kitap okuma ödevi! Daha iyi ne olabilir değil mi ? Çok vakit alan bir şey de değil. Sen boş vaktini çar-çur etme diye birileri uğraşıyor. Daha ne isteyebilirsin ki? Ama onu da okumuyorduk. Öyle bir tembellik ve atalet idi işte bizdeki. Paramız zaten yoktu. Tek varlığımız olan zamanı da böyle harcıyorduk işte umarsızca.

   Okuma oranının düşük olması bilinen bir şey. Ben de on kere daha söyledim burada artık anladık. Ancak şöyle bir durum daha vardı ki. Zaten az olan okuyanlar da acayip şeyler okuyorlardı. Bunlar tabi hep kapitalizmin oyunları dimi? (hihi) Oyuna gelmeyelim o zaman abisi. Hani uyanık millettik biz ne oldu? Geçenlerde bir kitap fuarında galiba kavga çıkmış. ''Tolstoy'un ........ Dostoyevski adamdır'' vs gibisinden birbirine girmiş adamlar. Olayın esprisi bir yana, işte öyle kavgalar çıkartın canımı yeyin kardeşim. Bana bir tür umut bile verdi bu haber.( Bu kadar da yazıyorum ama kendim sanki 100 kitap okuyorum yılda) Oyuna gelmeyin yani güzel kardeşim, abilerim, ablalarım. İsterseniz cimri olun, ister tutumlu. Dünya klasikleri zaten en ucuzları oluyor genelde. Alın bir kaç tane, muz alır gibi ve okuyun. Beni rahatsız edenler, vampirlerin magazinsel hayatlarını konu eden popüler fantastik romanlar ve ''kendinizi nasıl gerçekleştirirsiniz'' vb başlıklara sahip 300 sayfa olmasına rağmen hiçbir şey anlatmayan kişisel gelişim romanları. Onları okumaktansa hiç okumayın. Okuma oranı böyle düşük olursa bir ülkede işte benim gibi tipler çıkar ve yazı yazmaya kalkar. Neyse


                                                 Picasso- Kitap Okuyan Kızlar



  Yani diyeceğim şu ki (80 kere söylediğim üzere) Biz okumuyoruz. Lakin hala şansımız var. Tarihte şimdiye kadar bir sürü adam(cinsiyet olarak düşünme) okumayı yüceltici şeyler yazdı. Bir sürü öğretmen okuyalım diye yırtındı. Selam olsun o öğretmenlere ve benden sonrakiler de bir şeyler öğrensin diye uğraşıp didinenlere. Öğretmenler günü kutlu olsun hepsinin. Hatta bazılarının daha da bi' kutlu olsun!!



Nnot: Bu şey' yazı yazamayan s. ve resim çizemeyen gizemden Nilgün hocalarına ithaf edilmiştir!!!

25 Ekim 2014 Cumartesi

Veysel amcanın bir günü..


   64 yaşına basalı fazla olmamıştı; bir kaç ay kadar olmalıydı. Küçük bir taşra ilçesinde yaşardı Veysel amca. İnançlı ve imanlı fakat parasız biriydi. Zaten böylesi daha hayırlıydı onun düşüncesine göre. Diğer türlü olsa imanında çatlaklar, zamanla ve haliyle de kırılmalar meydana gelebilirdi. İnsan, nefsi karşısında zayıf bir varlıktı çünkü.

 Bu düşünceler eşliğinde yatağında yaklaşık 10 dakika oyalandıktan sonra yavaşça doğrularak kalktı.  Zira birden kalkarsa gözleri kararıyordu. 2 yıldır tansiyon ilacı kullanıyordu. Ama bu neredeyse övünülecek bir şey bile sayılabilirdi. Çünkü 60 yaşına kadar çok az hastalanmıştı. Bununla hep övünürdü -biraz da gereksiz bir şekilde-.

 Tek başına yaşıyordu Veysel amca. Eşini yani 38 koca sene boyunca hayatını paylaştığı kişiyi kaybedeli 6 yıl olmuştu. Üzülüp kahrolduğunu çevresine çok belli etmemişti -hatta kendisine bile-. Ama biliyordu. İçinde bir yerlerde bir şeyler sönmüştü. Artık 2-0 önde olduğu bir maçın uzatma dakikaları başlamıştı. Kazara bir gol yese bile 2.yi yiyip sahadan berabere ayrılması için karşı tarafa büyük bir mucize gerekiyordu. Baya rahattı yani artık saatini bekliyordu. Bir de oğlu vardı. Ama o biraz uzakta yaşıyordu. Büyük şehirde. Ondan yana da içi rahattı. Kendisinin çok iyi bir baba olduğunu düşünmese de - ortalamanın üstündeydi ama yinede- oğlunun iyi huyluluğu sayesinde sorunsuz bir şekilde büyütmüştü. Okutacak imkanı yoktu ama oğlu burs bulup, gerektiğinde çalışıp okumuş ve iş sahibi olmuştu. Ama aile kurmak istemiyordu. Veysel amca da saygı duyuyordu onun bu kararına.

 Kahvaltısını edip çıktı. Günlerden cumaydı, Namazdan önce eş dostla görüşür, biraz da hava alırım diye düşündü.

 Neyse namaz vakti geldi. Girdi camiye. Rüku'dayken sol ayağının üzerinde açık renk bir böcek var sandı ama namazda olduğundan bozuntuya veremedi. Gözleri de iyi seçemiyordu. Ama çıkarken eşe dosta dalıp unuttu gitti bu olayı.

  Akşam üstü eve dönünce yemekten önce yine gözü takıldı. Eliyle dokundu sonunda ve bir baktı ki aslında böcek falan yoktu ortada. Çorabı delinmişti sadece. Biraz tuhaflık ta barındıran bir şekilde gülümsedi. Çorap söküğü değildi sonuçta. Telaşa hiç gerek yoktu. Tamı tamına 7 adet çorabı vardı. Bir tane daha alırdı yarın çıkıp. Hatta doktora uğrayıp gözlerine baktırırdı. Sonra da yeni gözlüğünü alırdı. Sürekli takma alışkanlığı edinebilirdi belki böylece. Artık her şeye hazırlıklıydı ama insan gelecek günlere karşı hala merak besleyebiliyordu.

  Televizyon karşısında bir kaç saat vakit öldürdükten sonra uykusu geldi ve yattı. Hemen uyumuştu. Saat 2 sularında da artık nefes almıyordu. Bu kadar sıradan bir günün son gün olması biraz can sıkıcıydı. İnsan sonunun yüce ve özel olmasını bekleme eğilimindeydi. Sanki ilk günümüz çok özel veya çok yüceymiş gibi.




18 Ekim 2014 Cumartesi

Vladimir Horowitz


   En baştan belirtmek isterim ki bu biyografik bir yazı olmayacak. Ama biyografisi için tıklayın.
Ben daha çok bu büyük ustanın bana hissettirdiklerinden dem vuracağım.


Horowitz'in Bizet'in Carmen'inden bir tema üzerine varyasyonları ; aşağıda



Bence bu parça ve performans Horowitz'in karakteristik icrası için verilebilecek en iyi örnek. Zaten bu yazıyı yazma fikri de bir gün elimi cebimdeki telefona götürüp çalan parçayı değiştiremeyecek kadar sıkışık bir otobüste bu eser çalmaya başlayınca aklıma geldi. Yanlış anlaşılmasın! Kalabalık ve gürültülü ortamlarda ben klasik müzik - özellikle solo enstruman- eserleri dinleyemiyorum o yüzden yani. Neyse

Yalnızca icra değil, notasyon da çok karakteristik. Yani Horowitz gençlik yıllarında arzuladığı gibi besteci yönüyle ön plana çıksaydı dahi aynı başarıyı yakalardı bence. Parmakları lastik gibi diymi?hehe :)

Şimdi bir diğer videoya geçelim

ses olarak da verelim çünkü çok daha etkili bahsettiğim kısımlar.

Zaten dünya üzerindeki en etkileyici girişe sahip müzikler listesinde kendisine en başlardan yer ayırtmış olan Rachmaninoff'un 2. piyano sonatını Horowitz'te yüceltiyor. Burada bana bir şeyler oluyor işte. Piyanonun en kalın siyah tuşu olma özelliği de taşıyan o si bemol sesi. Horowitz orada piyano fizyolojisinin kurallarıyla oynuyor resmen. Tondan ziyade bir tür tahta sesi çıkıyor. Horowitz'in eli sanki bir çekiç ve si bemol de sanki azılı bir düşman. O çekiç ve azılı düşmanlar eserde sık sık tekrar ediyor. Bana da fizik aleminde var olamayan entellektüel bir sigara yakıp arkama yaslanmak kalıyor.





Alexander Scriabin  çocuk yaştaki Horowitz'i dinlediğinde. Annesine '' Bu çocuğu mutlaka piyanist yapın. Ve kesinlikle entellektüel açıdan gelişmesini de sağlayın'' gibilerinden bir şeyler demiş. Daha sonraları bu gazın vefa borcunu da ödemiştir bence Horowitz. O da şöyle ;


Bu esere özel bir ilgisi olduğunu da düşünüyorum ben. Çünkü en az 5 farklı kaydını dinlemişimdir şimdiye kadar. Benim de piyano edebiyatındaki en sevdiğim eserler arasındadır bu.


Son olarak Rachmaninoff'a bizzat çalmış birisi olan Horowitz'in 75 yaşında verdiği konserin kaydını verip gideyim. Yani ''sen nasıl bir insansın?'' Diye sormadan edemiyor insan.






Özetle: Büyüksün Maestro!




30 Haziran 2014 Pazartesi

Başlık, baskı, basınç .... amaaan....




   Issız, puslu ve gündüze göre nispeten serin gecede ilerliyorum. Kafam yine kimsenin işine yaramayacak fikirler, düşünceler ve -aslına bakılırsa- saçmalıklarla dolu. Biraz daha ilerliyorum. İlerideki poşeti köpek sanıyorum ve gülümsüyorum. Zira köpek olsaydı eğilip biraz başını okşardım. Neyse en azından deniz anası ile poşeti karıştırmıyorum. Günler de adımlarım gibi geçip gidiyor. Tek varlığım olan zamanımı nereye doğru ilerlediğimi bilmeden harcıyorum. Ama durup beklemekten daha iyi geliyor bana bu. Bu sürekli ilerlediğim manasına da gelmez elbette. Ama siz sabit duruyorken çevrenizdeki herhangi bir şey hareket ediyorsa, bu size de hareket ediyormuşsunuz gibi hissettirir. Örneğin sabit duran bir arabanın içerisindeyken sizin hizanızdaki bir araba geri geri gidiyorsa, siz sanki ilerliyormuşsunuz gibi gelir. İnsan belli bir yaşa kadar(herhalde yaşlanana kadar falan) ilerlemeyi sürdürür. E yani zaten rasyonel olan da budur. Fakat tüm bunlar bir tür ilüzyon gibi. İnsanlık emekleyerek başladığı ilerleme macerasında zaman zaman koşturdu. İlk zamanlar geriye giden çok fazla kişi yoktu ve bu da kargaşa denen şeyin henüz bilinmemesine sebep oluyordu. Peki ya şimdi?

   Şimdi herkes farklı bir yere koşuyor, kimi emekliyor, kimisi duruyor, kimisi ellerinin üzerinde yürümeye çalışıyor ama kimse hiçbirini yapamıyor. Çünkü herkes birbirine çarpıyor. Ortalık karmakarışık oluyor. Ve benim kafam da karma karışık oluyor. Aklım ermiyor benim öyle büyük şeylere. Algımın kenarlarını bantlamışlar,bakış açım daralmış. Beynim Yüzüklerin Efendisinde'ki Witch-King'in ölümü misali içine göçüyor. Hatta a4 kağıdını buruşturmuşsun ve sonra da topuklu ayakkabının topuğuyla üstüne basmışsın gibi eziliyor. Bu dış etkenlerle ilgili bir şey değil yine de. Daha çok kafanı yukarı doğru kaldırmaya çalışırken elinle aşağıya doğru bastırmak gibi. İşte o kadar içsel. O kadar bireysel.

          Gerçi sinüzit te olabilir, migren de. Çok takılmamak lazım.




2 Mayıs 2014 Cuma

  Evet. Bloguma şöyle bir göz gezdirdim de, tembellik, atalet sanırım yüzyılımızın hastalığı. Çok sinir bozucu. Sigara tiryakiliğiyle vs atabilecek düzeyde hem de. Koskoca 2013'te yalnızca 3 yazı yazmışım adamım!! İnanabiliyormusun!! Yalnızca 3 yazı!!

  2014'ün ise mayısına geldik. Bazen kendime inanamıyorum. Bu yazı bir çeşit içsel rahatlama gibi. Harf kusma de. kalabalık de , gereksizlik de ne dersen de. Ama bunu yapmak zorundayım ve sanırım kendime tanıdığım yozlaşma hakkını fazla abarttım. Potansiyelimin sadece alt limitini kullandığımı bazen o kadar iliklerime kadar hissediyorum ki mizah bir yana hakikaten anlayamazsın!!(:D)

  Nasıl bir sınav bu anlayamıyorum!! Ama bazı şeyleri de çakozluyorum la harbi(argoistik bir şekilde tabiri caiz ise) yani diyeceğim şu ki olayın özü yine soru işaretlerinde. Onların bir cevabı yokmuş oğlum ben onu anladım. Sürekli artıyormuş onlar. İşte o yüzden insanlar 'yaşlılıktan öldü ya rahmetli'' gibi laflar kullanıyorlarmış. Soru işaretleri yaşının bir kaç milyon katı olduğunda ölüyorsun işte en doğal haliyle. Bir süre sonra şaşırma geçiyor ama geçmek gibi değil başka şeylere evriliyor adeta. Ömür denen şey bazen çok kısa bazen çok uzun.

  Pogorelich çok iyi piyanist bu arada. Bi' ara vaktiniz leyin varsa dinleyin. 80'li yıllardaki her icrası süper adamın. Neyse.

 Yalnız öyle şeyler yazıyorum ki bunu gelecek zamanlarda okursam utanma ihtimalim çok yüksek. Ama mevzu bahis o değil ki oğlum. Zaten utanayım diye yazıyorum. Zaten şuan defolu olduğum için yazıyorum, utanmam gerektiği için yazıyorum. İnsanın bir başka insandan utanması için pek bir sebep yok bu dünyada(yinede çok israf insanlar var onları boş verin şimdi ilahi adalete inanıyorum ben. Olmak zorunda zaten!!) ama onun dışındaki her şeye utanmamız lazım.

  Bergman ağabeyimize sormuşlar Dünya'yı sizce ne kurtarır gibilerinden. ''Utanç'' demiş ağabeyimiz. '' Dünya'yı bir tek utanç kurtarabilir.''

 Bir insan bu kadar haklı olamaz ulan. Kendimizden utanmayı bile unuttuk lan! Benim çok nazik olmamam değil sorun hepimizin iğrenç olması. Yalnızca kendini düşünen birer pislik olmamız, kendimizden başka hiç kimseye değer vermememiz, yargılarımızdan bornoz, röpteşambırı geçtim, inanılmaz kalınlıkta kabanlar yapmamız falan.

  Yapaylık bizi öldürmüş. Canımızı okumuş. Artık ne yapsak, ne desek boş. Bir şeylerin son bulması gerekiyorsa eğer bir an önce son bulsun da günümüzü görelim artık. Çünkü kesinlikle hakediyoruz bunu.

sis

  Bir adım ötesini görmek bile çok zordu. Bu denli yoğun bir sisle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sis tabakasının beyazdan griye geçişi, ner...