10 Ekim 2012 Çarşamba

gözleri biraz kısarak okunması gereken yazı..

  Çok yaşlı ve bilge ağaçlar vardır ya hani. Kökleri binlerce labirent oluşturur. Beynimin içinde de her destesi birer labirent oluşturan sinirsel dokungaçlar vardı sanki. Bazı müzikal cümleleri duyduğumda veya bir kitaptan birkaç satır, sanatsal faaliyetlerle hangi hücreler ilgileniyorsa festivali başlatıyorlardı ve havai fişekler ardarda patlıyordu. Daha üst tarafta mantık veya o tür şeylerle ilgilenmesi gereken hücrelerin postabaşılığı görevini yürüten bu dokungaçlar, havai fişekler yüzünden büyük hasar görüyorlardı ve bu alt kattakilere çok büyük haz veriyordu. Daha da çoşkuyla devam ediyorlardı festivallerine.Bir süre sonra zarar görmeyen dokungaçlarla müziğin etkisiyle görev yerlerini terkedip alt kata iniyorlardı. Dokungaçlarının en ucunda küçük, tırnak veya pençe görevi gören birer düzine daha dokungaç vardı. Ama müziğin etkisiyle hepsi yumuşacık oluyordu ve onlar müdürü oldukları hücrelerin başını okşuyorlardı yumuşayan tırnakçıklarıyla.

   Beyaz deniz anaları gibi transparan bir yapıya sahiptiler. Ama hiçbir mikroskopla onları göremezdiniz. Sadece hissedebilirdiniz fakat tanımlayamadığınız bir şekilde. Transparan yapıya sahip olan bu varlıklar algı açısından da soyut oluyordu böylece. İşte bundandır ki bir çok kimse onların varlığından haberdar değildir. Bazıları da yokmuşlar gibi davranır onlara. Tarih öncesi zamanlarda insan egosunu onlar okşardı başkaları yerine. Ve ego da çöp tenekelerine sürtünüp mutlu olan bir kedi misali tatmin olurdu. Böylece insanlar daha net bir kişiliğe sahip olurdu. Ama insanların çoğunda olan atalet sendromu bir süre sonra onları da yoldan çıkardı. İnsanlık gibi onlar da yozlaşmıştır. Günümüzdekimse kimse düşünmez bile onları. Gerçek oldukları şüpheli zaten.  Her şey hayal meyal, karmakarışık... Yeni doğmuş bir ceylanın bacakları kadar zayıf hayat görüşlerimiz. Herkesin kendi ateş çemberi var kurtlardan korunmak için kullandığı. Ama ya o ateş sönüp te kurtlara yem oluyoruz ya da ateşin işince uyuya kalıyoruz ve rüzgarın farkına bile varamıyoruz. Denizlerde dalgalar denizin kendi isteğiyle oluşmaz ya hani. Rüzgara bağlıdır o. Biz de öyleyiz. Hayatın ve kalabalığın ve herşeyin karmaşıklığından oluşan rüzgarla ordan oraya savruluyoruz. Tutunacak çok az dalımız var ve dünya artık bizi taşıyamayacak kadar zayıflamış ve kurumakta olan bir ağaç.
  Amaaan! Neyse işte...

 
 

23 Eylül 2012 Pazar

Evren okyanusunda minik birer kayıkçığız her birimiz...

  İnsan ne için yaşar? Ne için yazar? Çok uzun yıllardır sorulan ama kesin cevabı olmayan kaç tane soru(n) vardır kimbilir...
  Yüzyıllardır insanların düşüncelerini etkileyen büyük adamlar var. Sanatçı olsun, düşünür olsun. Genelde sürü psikolojisini eleştirir dururlar. Neymiş sanatçılar ve toplum yapısına ayak uyduramayan diğer insanlar içinde daha büyük bir potansiyel barındırıyormuş falan.. Saçma! Çünkü diğer açıdan bakmıyorlar hiç. Toplum yapısına ayak uydurabilmiş ve mutlu mesut hayatını sürdürebilen (en azından öyle yapabildiğini sanan) insan herzaman daha iyi hisseder. E ömrümüz de 30.000'tl'si olanın askerliği kadar kısa olduğundan farkındalığa sahip olup ta iğrenç hissetmeyi kim ister? Şimdi bakarsanız her 10 kişiden biri anti depresan kullanmıştır en az(ben istatisliğini nerden bileyim sallıyorum tabii) bu antidepresanlar bir çeşit eşya kaybetme-bulma durumu gibidir. Kendini kötü hissedersin. Doktora gidersin, ilaç içersin bir süre sonra ne tesadüftür ki daha iyi hissetmeye başladığını sanarsın -veya- Apartman merdivenlerini hızlıca çıkarsın, tam kapı önüne gelirsin ve bir bakmışsın anahtarın yok. İçini bir karanlık kaplar.(diyelim ki yarına yetiştirmen gereken bir ödev var ve bitirmen lazım) tüm ceplerini kurcalarsın. Bir an dahileşirsin ve o karmakarışık yoğun gün içerisindeki  30 saniyelik bir anıyı hatırlarsın. Ön sol cebinde bacağına battığı için çantanın gözüne koymuşsundur. Çanta açılır, anahtar çıkartılır, kapı açılır, kapı kapatılır ve konu da kapatılır. Çok benzer etkileri vardır. O da bir çeşit uyuşturucu  ama doğal işte. Zaten vücudumuzdaki doğal hadiselere biraz daha hakim olsaydık, şuan günümüzde her gün kullandığımız/yaptığımız gereksiz şeylerin çoğuna ihtiyaç duymazdık. Ama onlar varlar. Çünkü tepedeki bazı abiler amcalar öyle istiyor. Hatta birçok şey sırf onlar istiyor diye oluyor. Onlar anket defterlerindeki 'hobileriniz nelerdir?' kısmına 'milyonların hayatını mahvetmek' yazıyor. Aslında çılgınca bir ütopya olaraktan : toplumdaki herkes (en acemisinden en ustasına kadar) müzik yapsa, 10 kişiden 1-2'si evlense sadece.(kutsal bir şey çünkü oğlum herkes niye evleniyor? Yanlızlık korkusu mu?) Sadece gerçekten evlenmek isteyen evlense, herkes egolarını bir balonun içine üfleyip havaya bıraksa mesela, sokak hayvanları için de hamamlar açılsa ve Çomar'la Tekir yanyana laflayarak gidip temizlense.. Böyle çok uzayabilir bu liste.  
    Belki inanmayacaksın ama hayat biraz bu yazıya bile benziyor sevgili okur. Çünkü başladığı yerle geldiği yerin alakası olmuyor çoğu zaman. Ve bunun farkına bile varmıyoruz. Evren okyanusunda minik birer kayıkçığız her birimiz. Haa ama bazıları gemi olduğunu sanıyor orası ayrı...

7 Ağustos 2012 Salı

bu yazıdaki karakter(ler!)tamamen hayal ürünüdür. Gerçek kurumlarla ilgisi vs bla bla

Mavimsi bir sis bulutu kaplamıştı her yeri. Ve o afallamıştı. Çevresinde şaşkınca göz gezdiriyordu.
 '' Sis genellikle grimsi olur'' dedi şizofren benliklerinden biri.
 Bir diğeri atıldı hemen  ''Hadi oradan canım! Bu biraz da nerede olduğuna bağlı değil mi?
'' Oooff!! Susun be artık yeter, adamı bir rahat bırakmadınız''3. konuşuyordu.
''Beyler sakin! Halledebiliriz. Yani ıı.. aa.. şimdi.. mm . şş şey yani demek istediğim o gördüyse biz de görmüşüzdür. Çünkü ben yok biz varız. Öyle değil mi'' diye sordu ortamı yumuşatmaya çalışan bir diğeri.
   Her şey karma karmakarışıktı. Hayat denen şeyle savaştığı yetmezmiş gibi şimdi birde kişiliği bölünmüştü. Beyninde oluşan odacıkların sakinleri apartmanlardaki huysuz komşular gibi birbirlerini yiyorlardı şimdi de.
Hani en sevdiğiniz beş yemeği karıştırsalar hepsinin tadı iğrenç olur ya(tabi söz konusu sağlıklı bir kişi)
O da aynı sorunu düşüncelerinde yaşıyordu. Belki her biri ayrı ayrı dahiyane birer fikirken, çorbanın içinde karışıp mahvoluyorlardı. Mevsimi sona ermiş ve terkedilmiş bir tatil yerindeki zavallı deniz kıyısı gibiydi düşünceleri anlayacağınız. Birileri işini bitirmiş ve çekip gitmişti. Konumu hakkında en ufak bir fikri yoktu. Neredeydi? Kimdi? Neydi? Ne yapmaya gelmişti? Basit bir tür oyun gibiydi sorular. Ama ya cevaplar..
''Hayat dahi bir seri katildir belki ve sen de kim olduğunu bulamayan zavallı polis''bunu söylerken inceden mesaj verdiğini sanıyordu. '' Bi' susmadın ulan. Kapat artık çeneni. Seni mi çekeceğiz biz!?'' diğerlerine göre daha agresif olan benlik ilk kez konuşuyordu. Sessiz ve soyut(e zaten) bir adamdı ama sabrını zorlamalarını sevmezdi. ''Eh hava da çok sıcak değil mi dostlar?Bence birlikte düşünmenin tadını çıkartmalıyız''bunu söyledikten sonra diğerlerinin sert bakışlarını farkederek utanıp büzülmüştü biraz.
  Artık çözüm bulmalıydı bu işte. Kara bulutları (belki mavi yada gri?) dağıtma zamanı gelmişti çoktan.
 ''Defoluuunnnn!!!'' diye bağırdı. Hepsi ne olduğunu anlayamadan kalakalmışlardı. ''Evet duydunuz! Artık gidin başımdan. Beni rahat bırakın. Size ihtiyacım yok!!''
  Küsmüş bir şekilde sırayla çıktılar. Şimdi biraz daha aydınlıktı sanki her yer.(her yer dediği 4 duvar 2 cam) Belki de ona öyle gelmişti. Ne farkeder ki?(yazar*lafın gelişi* burda eski yazılardan birine gönderme yapıyor)
Tavan hala aynıydı. Ortalara yakın yerlerinde küçük boya dökülmeleri vardı. Media player'da(eskiden radyoda denirdi hey gidi) çalan parça yeni bitmişti. Tavanla duvarın birleştiği yerden perde kornişine konan ve daha önce birilerini ısırdığını belli eden iri sivrisineğin sesi duyuluyordu bir tek. Bazı insanlar hayatında yeni sayfa açmaktan bahsederdi. O ise kütüphanede kategori değiştirmek istiyordu. Gelecek planı yoktu. Onları kovunca biraz yalnız da hissediyordu ya. Neyse işte..

20 Haziran 2012 Çarşamba

bozuk bir fermuar

   Piyano üzerinde ezgi oluşturmaya çalışırken matematiksel veya armonik açıdan değil de tinsel, edebi ve felsefi bir bakış açısıyla düşünmeye çalışırım. Ve bu yüzden besteci olamadım ve bu yüzden yazar da olamadım. Ben hiçbir şey olamadım. Kendimi etiketler sınıfına sokmak için de çok geç zaten. Öğrenci, vatandaş, tüketim ve fatura ödeme aygıtı?!? ya da yazar?.. yok yok .. lazım değil ..

   Beynini takma dişlerin gibi yatmadan önce yanındaki çekmecenin üstündeki içi su dolu kavanoza koyamıyorsun ne yazık ki! Bu yüzden düşünmek zorunda kalıyorsun sürekli. Rüyanda bile! Bazı kabuslar bile daha güzeldir rüyanda sıradan şeyler görmekten. Beynini zorluyorsun ve sonuç?.. Hepimiz dahi değiliz ne yazıkki ama gölgen dahidir belki ha? Canı istediği zaman eşlik eder sana ve susar. Sürekli susar ve senin bir şeyler söylemeni bekler. Derdini anlattığında da dalga geçer seninle. Canı istediğinde gider. Sen onu seçemezsin ama o seni seçmiştir. Senin karanlık yüzündür. Bu yazıyı yazarken(siz okuduğunuza göre belki sağdadır kim bilir) bile sol tarafına baktığında görürsün onu işte oradadır yine. Hatta küçük çocuğunu avutmak için ya da sıkılmasın diye gölgeler eşliğinde oynarsın onla. Aynı çocuk ilk yetişkinlik yıllarında 5 aydır deliler gibi aşk yaşadığı sevgilisini lösemiden kaybederse avutabilir misin? Dünyada cidden inanılmaz acılar var.(Ama bak hala çekirdek çıtlayanlar falan, ahaa pringles'mı o?) Neyse yeşilçam senaryolarını bi kenara bırakalım. Sonuç olarak gölgen dahi, sen değilsin. Onlar yapabiliyor, sen yapamıyorsun. Onlar önde, sen ise arkada. Aslına bakarsan pek bir fark yok arada. Otobüse son binen ayakta ve sıkışık kalabilir ancak 40 derece sıcaklıkta ne farkeder ki?(bkz:bir önceki yazı )

  Nerede olduğunun farkında değilsen, kaldığın yerden devam edemezsin. Yeni bir sayfa da açamazsın öyle her aklına geldiğinde. Ya da yeni sayfa aç ne farkeder. Yeni sayfa ha? Göz altı torbaları ve sarkık bir ten, yorgun bir ruh ve sürüyle hastalıkla hangi sayfayı açıyor bu insanlar söylermisin? İkinci bahar diye bir şeyin olması gereksiz değil mi? Bir de yalnızca 'bahar' kelimesi söylendiğinde genelde ilkbahar gelir akla. Peki neden?

  Kapı çalar ve açarsın. Gölgendir gelen. Bir şeyler ikram edersin içmez ama elleyip bırakır(şu komşu ziyaretine gelen yaramaz çocuklar gibi) Hatta  kapitalizm gibi biraz. Çünkü patronlar ve tepedekiler de insanların hayalleriyle oynayıp bırakır. Kendi kırıntılarını atarlar işçilerin yollarına. Sonuç hüsran olur çoğunluk için.

  Düşüncelerim(n)iz ne kadar özgür bugünlerde hiç düşündünüz mü? Ben onları 'bozuk bir fermuar' olarak tanımlıyorum. Çünkü zamanında bir çok depremzedenin o sıfatı taşımasına kısmen sebep olmuş ve malzemeden çalmış uyanık kimi müteahhitlerin şu an yaptıkları evlerin temelleri gibi düşünce altyapılarımız.(Zor cümle evet) Kısaca ZAYIF! İşte o yüzden 'bozuk bir fermuar' diyorum. Siz bilginizi katlayarak fermuarı yukarı çekseniz de meşe ağacı kadar yükseğe, alt taraf ikiye ayrıldıysa ne yazar?(Kökü olmayan ağaç?) Alt taraf ayrıldıktan sonra geriye dönmesi de zordur. Evren harikulade bir yapıya sahip olsa da insanlığın çoğunluğu (hatta bazı gölgeler bile ;) bence 'bozuk bir tür fermuar' gibiler  ...

 Önerizma: Teslim olabileceğin tek bir şey biliyorsun. Onun dışındaki her şey ile (kendin, gölgen, faturalar?!?) deha bir suçlu gibi savaş. Kazanana kadar da durma..
                                              

10 Haziran 2012 Pazar

ne farkeder ki?


‘’2 kişi var’’ demişti. ‘’Bir de yol’’. Sonra o türk kahvesini yerine bıraktı. Saçma sapandı zaten, inanmazdı öyle şeylere. Bir tırtılın kaç bacağı olduğu ilgilendirmiyordu onu. Ya da Bach’ın kaç eseri olduğu veyahut da papatya fallarının sonucu. Hiç bilinmeyen bir rock gurubunun nereden geldiği bilinmeyen onbinlerce seyircisi sarımsak yemişti sanki ve üzerine üflüyorlardı. Koku bile almazdı ki o.                                                                         
    Ne fark ederdi? İnsanların meslek sahibi olup çalışması para kazanmak için değildi belli ki. Düşünmemek içindi. Beynin sürekli kendini kemirirken ne kadar yaşayabilirdin ki? Neden huzurevleri var? Belki deli hastanesine başvuran ama işe alınmayan adaylar(!) arasında emeklilerin yüzdesi çok daha fazladır kim bilebilir ki? Seni tanrının yaratmış olması veya tesadüf eseri dünyaya gelmen ne fark ederdi? Tabii fark ederdi de bu sayısı bilinmeyecek kadar çok insanı katletmek, hapse atmak, üzmek için çok berbat bir bahane değil mi? Egonu Ronaldo’nun koşu yoluna pas olarak atsan ve o da Sabri’ye bıraksa ve o da bir daha geri gelemeyecek kadar uzaklara vursa hoş olmazmıydı? Pollyanna bir salaktı belki ama ütopyalar o kadar da fena değildi. Guinnes Rekorlar Kitabı’ndaki en çekişmeli madde toplu gülme yarışı olsa ve her gün geçmek için daha fazla insan aynı anda gülse, oğlunun kırıklarla dolu karnesini gören baba sağlam bir kahkaha koparsa, kocasının el kaldırdığı kadının imdadına elektrik süpürgesi yetişse ve adamı içine çekse( e onca yıllık dostluğun hatırı tabii) kimbilir nasıl olurdu?

Bazı garip insansılar farkında olmasa da bu dünyada çok ama çok boktan şeyler dönüyor. Hayvanlar okuma yazma bilmiyor iyi ki. Yoksa mavi balinalar bilimkurgu filmi        
   senaryosu yaratabilirdi gözyaşlarıyla.

  Elini göğsüne koy ve o cepteki telefonu ordan çıkar mesela eey Hayrettin Amca!        
 Kalbin için zararlı. Bana bi’şey olmaz diye diye kaç ameliyat geçirdin? Peki ya
simitçilik yaparak hayatını kazanan Hüseyin Bey? Küçükken tarih öğretmeni olmak isterdi hep. Hala bütün yarışmalardaki soruları çok kolay yanıtlayabiliyor. Örneğin Edison’un aksine Tesla’nın ne denli büyük bir adam olduğunu çok iyi biliyordu. Ama ne fark ederdi ki ?

 Bu yazının okunması veya okunmaması ne fark ederdi?

‘’ İki kişi var’’ demişti. ‘’Ama çok net gözükmüyor hiçbir şey. Sanırım kahveni fazla içmişsin’’
‘’Fark etmez’’dedi.’’İki kişi var’’ Cümlesinin aslında ne kadar uzun olduğunu o an fark etti. Bi’ şeyleri fark etmeye başlamak hoşuna gitmişti. ‘’Farkındalık cehaleti zehirler ve sinsice öldürür’’ derdi hep biri…
Kim olduğu ne fark eder ki?

26 Mayıs 2012 Cumartesi

boşversene..

Ne yapmak istiyorsun?  
         
        Yazmak??!? ... Hah! Aman boşversene..

    Bazen öylesine yazmak gerekir. Normalde sıkıldığında bile sergileyemeceğin türden boş bir davranış gibi olsa bile yaz. Şu son cümle mesela sıkıcı değil mi ? Okumasın kimse ne farkeder ki ? Aynı müziği(bir kısmı demek istedim hemen yanlış anlamayın) dinlemek ile çalmak arasında Bukowski ölçümüyle 2 cm vardır. Yazmak ta o yüzden zevklidir belki. Yazarken de çalarken de özgürsündür. Düşünsene sen burda tamamen keyiften içindekileri yazıyorsun. Ve ünüversitedeyken ileride çok iyi bir işe sahip olacağını düşünen memur arkadaş fazla mesai yapıyor. Bak saatini kontrol ediyor. Çeyrek geçince bir bardak kahve dolduracak kendine.İronik mi? Belki... Haa bi' de yazıyı kontrol etmek için geldiğin yere kadar okumalar falan gereksizdir bazen. Bırak boşver.. İnsan sıfatına layık kişilere bile tek tük rastlayabildiğimiz şu günlerde kimin güzel yazılara ihtiyacı var ki? İhtiyacı olan Oscar Wilde okusun. Toplumun çoğunluğunun çevresindeki her şey onun hayat kalitesini düşürmek için planlanmış. N'apsın ki adam? Kötü televizyon, kötü kahve, kalitesiz arkadaş ortamı, ona hiç gerekmeyen bilgiler(!) bulabileceği gazeteler.
   Herkesin Chopin dinlediği ve benekli çöpçülerin dilencilere en fiyakalı pastadan ikram ettiği ütopya dünya nasıl olurdu peki? Uhh!! berbat sanırım..

  Radyo kanalı gibi düşünürseniz bu yazıyı ; şimdi kanal değiştirmeye çalışıcaz. Belki tutmaz ama şimdiden söyleyeyim. Şu 2 kanal arasındaki  cızırtılı gelmeli gitmeli ses olabilir. 90.dk penaltı kullanılırken birden ''oynama şıkıdım şıkıdım'' olabilir yani durumumuz söyleyeyim! 
 
    ''Gölgesi bir dahiydi. Kalbinde ritm bozukluğu olduğu şüphesiyle doktora gitmişti. Ama kendi kendine beyninde ritm bozukluğu olduğu teşhisini koymuştu sonunda. Kalabalık miteler -hatırlayın şu yastığınızda bulunan canlı- grubunun kemirdiği beyninde herhalde bazı tahtalar eksik olacaktı. ''Aklını kaçırmış olmalısın'' diyordu herkes ona. ''Aksi taktirde asla işe yaramazdı'' diye cevaplıyordu. Bazen de ''beynimin içine masaj yapabilsem keşke''diye düşünüyordu. Kılcal labirentleri elinde naylon torbayla koşan hücreleri olduğu gibi ilginç bir fikre sahipti. Kısaca bu adam biraz deliydi..

     Haa ne demiştik?!?! Yazmak mı?!?! Hıh! boşversenize ...

24 Mayıs 2012 Perşembe

Boşluk.

Boşluk..
 Kendinle başbaşa kalırsın ve derinlere inersin..
    Hayat çoktan yıkılmış bir merdivendir ve sen henüz sağlam basamaklardan çıkmaktasın. Haberin yok olacaklardan.. Kayıpsın, üzgün ve mutsuzsun. Birileri seni terk etmiş gibi hissediyorsundur belki, belki gerçekten terketmiştir. Ama tanrı dünyanın nerede olduğunu unutmaz korkma ! Sen kendi yolunu kaybetme yeter. Kişisel gelişim kitaplarını ve televizyonunu çöpe at. Egonu da atmayı dene ( her ne kadar başaramayacak olsan da)  Doğru iş, doğru kadın, doğru hayat? Neyin doğru olduğunu nerden biliyorsun ki ? Sana bunları öğreten insanlar çok mu doğru? Kim doğru? Doğruyu bilemezsin. Ama iyi olanı hissedersin dostum. İllaki kalbinle hissetmen de gerekmiyor. Rachmaninoff dinlerken gözlerini kapatıp kendini bıraktıktan 5 dakika sonra kendini aptal bir şekilde gülümseyerek ve hemen ardından kaşlarını çatmış bir şekilde buluyorsan. Yüz hatlarına 4 mevsim yaşatabiliyorsan yani. Van Gogh resmine baktığında trajikomik bir şekilde sol kulağın uyuşuyorsa!?(o geriye sol olanı bırakmayı tercih etmişti) Kurtulma şansın var hala öyleyse.
      Ya onlar gibi olsaydın:
  Otobüste giderken camdan bakıp gökkuşağını gördükten sonra bile etkilenmeyen. Hala muavinin verdiği para eksik mi yoksa? Oltaya gelmeyelim düşüncesinde olanlar.
  Yoldaki minicik kimsesiz sevimli köpeği ilerdeki kızın kalçasını daha rahat bir açıdan görebilmek için ya da zevkine tekmeleyenler, korkutanlar, kısaca iğrençler!!!
 
    Neyse, dünya iğrenç bir pazar yeri zaten boşverin kimse düzeltemez artık bundan sonra. Siz kendinizi düzeltin yeter o. Zaten kişinin kendisini değiştirmesi, dünyasını değiştirmesidir. Bir avuç insan bile değişse. Gözle görülür fark ortaya çıkacaktır. Neyse fazla saçmaladık ..  sağlıcakla kalın ..

28 Mart 2012 Çarşamba

farkındalık umudu öldürür (bu bir başlık mı?)


Yatalı dört buçuk saat olmuştu ve yine uyuyamamıştı. Elinde bir not defteri vardı. Dükkandan para üstü yerine verdikleri dandik el fenerinin ışığı eşliğinde( bir mumu bile yoktu) şunları yazıyordu not defterine
‘’ Önce duygularımızın en güzel kısımlarını törpülediler, daha sonra da zihnimizi.
  Ve geriye yalnızca çekilmiş tırnaklar ve hemen öncesinde kesilmiş kirli tırnak uçları kaldı. Boş duvarlara çizdiğimiz resimler yetmedi, vücudumuza da dövmeler yaptık umutsuz ve uğursuz rüyalardan. N’için? Yaraları kapatmak için. Ama çok daha derindeydi yaralar. Kalbimizin temizlenmesi için bir çeşit merhem gerekliydi ve melekler tarafından sunulmalıydı. ‘’
   Bir sonraki sayfaya geçerken yine boktan bir yazı olduğunu düşündü. Samimiydi ama kendini yazıya veremiyordu. Zaten onca şeyden sonra nasıl verecekti ki? Neyse şimdi bunları düşünmemeliydi. Yazdıklarına karşı çok daha acımasız olmuştu son dönemde. Saatlerce yazdıktan sonra hepsini buruşturup şömine ateşine atabiliyordu. Derin bir iç çekti. Ardından o sayfaya bir şans daha verip diğer sayfaya geçti ve tekrar başladı  ‘’ Yazmak.. İnsanlar korkuyor yazmaktan. Peki niye? Beğenilmeme korkusu ?(!) hıh !!! Trajikomedi denen şey bu olsa gerek. Beğenilmeme , aşağılanma , hor görülme vs vs.  bunlardan korkuyorlar. Özgüvenleri şeffaf bir poşetin içindeki bir kaç bardaklık su sanki. O poşetin içindeki bir balık bile daha cesurdur onlardan. Hayatımızdaki her şeyi bu yersiz korkular yüzünden kaybetmiyor muyuz zaten? Ah !! Bir adam vardı bir zamanlar tanıdığım. Karısına seni seviyorum demeye bile korkuyordu. İnsanlara sevgisini belli etmemek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Ona ne oldu biliyor musunuz? Her şeyini kaybetti ve ondan sonra yalnızlığına sadece 2 yıl dayanabildi. Ardından namluyu ağzına dayadı. Nasıl olduysa polis tetiğe 3 kez peşpeşe basabildiğini söyledi. Ve namluyu ağzına dayamıştı. İlk atışta işinin bitmesi gerekirdi. Adam varoluşunun son enerjisini ona harcamıştı belli ki. Pek gereksiz bir başarı…’’
Madem hem yazamıyor hem de uyuyamıyordu. O zaman en azından müzik dinlemeliydi. Scriabin kasetini taktı. 1.konçerto. kasetlerin olduğu rafların üzerinde bir doktor raporu vardı. Tarih 06.05.1985 ‘’tahminen 3 ay kadar’’ dermişti doktor. Güneş yeni gün için son hazırlıklarını bitirmiş, evden çıkmadan anahtarı cebinde mi diye kontrol ediyordu. Ağustos’un 6’sı günlerden salıydı. Ellerini sanki çalan müziği o yönetiyormuşçasına sallayarak içeri girdi, kapıyı açtı ve soluk çiçekli bahçesinde yere uzandı. O raporun varlığını unutmuştu o günün önemini de….

  

sis

  Bir adım ötesini görmek bile çok zordu. Bu denli yoğun bir sisle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sis tabakasının beyazdan griye geçişi, ner...