4 Ocak 2024 Perşembe

sis

 

Bir adım ötesini görmek bile çok zordu. Bu denli yoğun bir sisle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sis tabakasının beyazdan griye geçişi, neredeyse bir pamuk gibi elle tutulabilir yapısı bir tür sanatsal hayranlık uyandırsa da bu etki çok uzun sürmedi. Çünkü oraya neden ve nasıl geldiğini, ne kadar zamandır orada olduğunu hatta oranın neresi olduğunu bile bilmiyordu. Rüzgarın sesi, onunla eğlenen bir melodi tutturmuş gibiydi. Bütün vücudu gerilmiş ama özellikle sırt kasları çatlamak üzereymiş gibi hissediyordu. Ancak belki de bu sayede ayakta durabiliyordu. “Belki de öldüm ve ölenlerin bekleme odası böyle bir yerdir” diye düşündü. Her an karşısına bir şey çıkabilirmiş gibi tetikte ama bir o kadar da kendini savunamayacak kadar bitkin hissediyordu. Duyguların monosodyum glutamatı da böyle bir histi belki de. Karşısına her an Harry Potter evreninin ruh emicileri veya Yüzüklerin Efendisi evreninin nazgulleri çıkabilirmiş gibiydi. Ama o anda hiç beklemediği bir sürpriz ile karşılaştı.

Karşıdan ağır adımlarla ara sıra da ayaklarını yere sürterek geliyordu gelen. Ayakkabıların topuk kısımları yenmiş, bir tür terliğe evriltilmişti. Koyu renk bir kumaş pantolon giymişti. Üzerinde de yatay çizgileri olan tek cepli koyu renk bir polo yaka vardı. Kolları dirseklere kadar uzanıyordu ancak bu beden göbek bölgesindeki gizemli şişliği kamufle etmeye yetmemişti. Yakası yarı açıktı ve kırlaşmış göğüs kıllarının bir kısmı gözüküyordu. Göğüs cebinde bir kısmı içilmiş markası belli olmayan uzun sigara paketi vardı. Saçlarının yarısı dökülmüş geri kalanlar da hem beyazlamıştı hem de kulak üstüne çıkıyordu. Sakalı iki günlük ya var ya yoktu. Asıl ilginç olan bıyık bölgesiydi. Sakalından daha uzundu ancak bıyık diyebileceğimiz kadar da uzun değildi. Tüm bu özellikleriyle sis bulutundan tamamen çıktı. Yüzünde ortam ile uyumsuz bir neşe vardı. “Hh yeğenim sis var ama yol da var. Eskiden yol da yoktu eh-heh” diyerek uzaklaştı...      

3 Ocak 2024 Çarşamba

 Geçenlerde (yıl bile olmuş olabilir gerçi sizin için geçenlerde ne demek?) derste bir öğrencimin mavi pantolonu gözüme takıldı . Açık renk süt mavisi bir pantolon. Aniden gözlerim doldu. Gözbebeklerimi saat on iki yönüne sabitledim de kurtardık paçayı, damlamadı göz yaşı. O yaşlarda, belki biraz daha küçükken benim de benzer bir pantolonum vardı. Çok severdim. Kendimi birden otuzunu geçmiş olarak bulunca koydu herhalde bünyeye, ondan doldu gözlerim. Aynısı eğer yaşarsak altmış yaşında da olacak buna o kadar eminim ki. Bir gün belki de bir hastane aynası karşısında yaşayacağız benzer bir aydınlanmayı. Zaman durmuş gibi gelecek o an. "Şimdi durmuş gibi olabiliyorsan onca yıl niye hızlandın ulan!" diye isyan edeceğiz belki. Aynadaki surete bakacağız. Bir kısmı dökülmüş, kalanı beyazlamış saçlar, buruşmuş ve sağlıksız görünen deri. Çekilmiş diş etleri, parlaklığını yitireli çok olmuş gözler, titreyen uzuvlar filan. Birileri ya da bir şeyin hafta sonu eğlencesi hayatlarımız. Nefes al ve yaşa bakalım ölümlü. Ölüm sürecine ilk gözden tanıklık et! Aman neyse! Bu tür şeyler işte. Günün bir kısmında piyano çalmaya çalışan insanları seyrediyorum, kalan kısmında da hayatı seyrediyorum. Birinci dediğime en azından müdahale ediyorum. İkincisine daha az ya da hiç. Nasıl olsa bir süre sonra hiç olmamış gibi olacağız. Şerefsiz, hain olarak hatırlanmaktansa hiç hatırlanmamak daha iyidir. Başkalarının yaşamına olumlu bir katkınız olabiliyorsa ne ala. Olamıyorsa en azından hiç olmasın. Olumsuz anlamda katkınız oluyorsa da ya kendinize çeki düzen verin ya da kötülüğünüzü kabul edin. Biraz da kitap okuyun. Beynimiz yazılı metni daha çok ciddiye alıyor hala. Geçenlerde(buradaki geçenlerde bir hafta mesela) Marcus Aurelius'un Kendime Düşünceler'ini okudum. Marcus Abi'nin youtube kanalı ya da podcast'i ve olsa oradan dinlemiş olsam aynı etkiyi yaratmayacağından eminim. 
İmza: Zeki Nuri Demirceylan

14 Aralık 2023 Perşembe

an

    Sessizliği fırsat bilip bir an için gözümü kapatıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Tamamıyla bir sessizlik söz konusu değil tabii. Dışarıdan rüzgar sesi ve ara ara 4 tekerlekli teneke kaplı sandalyelerin sesi geliyor. Tüm bunlar olurken bilincim aniden odak değiştiriyor ve kafam bir nokta  kadar küçülüyor. Tüm bir şehri gözlüyorum şimdi. Karınca sürüsü gibi 4 bir yana koşuşturan bir sürü insan ve insan-işi araç gereç. Kim bilir ne dertleri var. Ne kötülükleri var belki de. İyilikleri de vardır illaki ama azdır. Bakış açım biraz daha uzaklaşıyor. Bir uydunun bakış açısından izliyorum şimdi dünyayı. Artık insanlar gözükmüyor. Işıklar gözüküyor biraz, biraz da bulut, duman falan. Derken biraz daha uzaklaşıyorum hop bizim güneş sistemi. Bizim güneş baya parlakmış ha! Bu aralar bi patlama söylentisi var ama bakalım hayırlısı. Uzaklaşma hızı gittikçe artıyor ve uykuya dalmadan önce gelen komik düşme refleksi ile irkilerek gözümü açıyorum.


     Boğazımı temizleyerek tekrar gözümü kapıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Bu sefer de her şeye daha yakından bakıyorum. Beynimin bir köşesinde nöronlar yeni bağlantılar kurma peşinde. Bağışıklık sisteminde de herkes işinde gücünde. Güzel. Fazla ayak altında dolanmadan “kolay gelsin!” diyerek uzaklaşıyorum oradan. İnsanın vücudununun içişlerini fazla bilmemesi daha iyi olabilir . Kalp atışını mesela dinlenirken veya huzurluyken hiç düşünmezsin çünkü yavaş yavaş atar. Ama sen oturduğun yerde duruyor iken bırak göğüs kafesini şakağında atmaya başladığında…neyse hepimiz biliyoruz ne kadar kötü bir his olduğunu. 

 Tüm bu süreç bir anda gerçekleşti. Şu an mış gibi de olsa varız ama o an da gelecek, artık olmadığımız.(Beylik lafspor) Geçenlerde bir köpekle gözgöze geldiğimizde sanki telepatik bir şekilde o da bunun farkındaymış gibi bir hisse kapıldım.  Ama sonra karşıdan öpücük attığımda çok kötü baktı. Senin ben tipini ,,, dercesine. O bakış bana uyuz olduğu için de olabilir yani. Neyse biraz ciddileşelim.


    “Çok yakında küle ya da iskelete dönüşeceksin, bir ihtimal ismin kalacak geriye, belki o bile kalmayacak. İsim dediğin sadece ses ve yankıdır. Hayatta onca onurlandırdığımız her şey boş, çürümüş ve önemsizdir; birbirlerini ısıran enikler, kavga eden çocuklar gibi önce gülüp sonra da ağlarız. Fakat inanç, saygı, adalet, gerçek, dünyanın geniş yollarından Olympos'a uçup gittiler."

(Marcus Aurelius, Kendime Düşünceler, s. 50-51)

11 Aralık 2023 Pazartesi

doğaçlama, beste ve galiba biraz da hiçlik üzerine

 

Doğaçlama vatansızdır, evsizdir, gezgindir ve hep yollardadır. Besteler ise şehirlerimizdir.(bizim şehirlerimiz değil tabi ideal şehirler). Doğaçlama da tamamen kuralsız değildir. Bazen patikalar bulursun oradan ilerlersin. Bazen bir yolun etrafından dönersin. Bazen ayağına bir çakıl batar. Minik bir disonanstır bu. Bazen yolunu değiştirirsin. Bazen hepten bir kayaya toslarsın öylece kala kalırsın hasarlı bir şekilde. Yola devam etmek için beklemek gerekir. Bazen bazı güzergahlara kafayı takarsın, hep oralardan geçersin ama o zaman da melodin sıkıcılaşır. Mecburen yeni yollara yelken açarsın. Bazen bir şehirden geçersin. Beste gibi olur tının. Bazen çorak bir arazide kendinle konuşarak yürürsün. Hakikaten konuşmak gibidir doğaçlama. Önce birkaç kelime öğrenirsin sonra gün geçtikçe gelişir nota dağarcığın. Kayıt da yazının bulunması gibidir. Bu sayede günlük tutabilirsin. Sonrasında geri dönüp besteye çevirebilirsin. Kayıt teknolojisinin çıkması beste ile doğaçlamayı daha da yakınlaştırsa da beste farklıdır. Şehirde veya başka bir yerde evini inşa etmek gibidir. Tam oldu dersin sonra bazı yerlerini beğenmezsin ve değiştirirsin. Koltukların yerini değiştirirsin. Koltukların yeri kafana yatar bu sefer koltukları değiştirirsin. Koltuklar tam kafana oturur bu sefer de desenini beğenmez yeni kaplama yaptırırsın. O evde bir sebepten huzur bulamaz yenisini inşa edersin. Ama huzur olmadımmı saray da inşa etsen nafile. Biri mimar öbürü gezgin olan iki arkadaştır beste ve doğaçlama. İkisi de kendince huzuru ve anlamı, belki de hiç olmayanı arar. Kalıcılıktır belki diye düşünürler bir süre için ama gezginin melodisi söner önce ardından da gittiği yolun izi kapanır. Mimar biraz daha kalıcı olduğu için biraz gurura kapılır ama nafile. Deprem olur yıkılır evi hadi daha dayanıklısını daha iyisini yapar, bir düşman gelir yıkar bu sefer. Şanslıysa da zamana yenik düşer kalıntıları kalır. Günün sonunda kumdan kale dağılır yani… Kum tanelerinden bile küçüğüz evrende. Yıldız tozu filan diyen de var ama yok agacım. Belki de çok büyük kumsal bir bokun tanesiyiz bilen yok.

7 Aralık 2023 Perşembe

Çerezlik E.A. Poe Ortamı

Gece yarısı eve mezarlık yolundan dönüyorum. Hava soğuk, puslu ve sisli. Mezarlık solumda kalıyor. E yol boyunca ara ara gözüm takılıyor tabi. Rüzgarın salladığı ağaç gölgeleri mezarlıktaki ruhları andırıyor. Hafif ürkmeye başlamışken bir çatırtı kopuyor. 2 karga birbirleriyle dalaşarak uzaklaşıyor saklandıkları ağaçların dallarından. Aniden yükselen nabız da bünyeden uzaklaşıyor. Derken gelecekteki bedenim gözlerimin önüne geliyor. Organlarından ve kederinden arındırılmış bembeyaz bir iskelet. Büyük bir şefkatle başını okşadığımı hayal ediyorum. Ellerim buz gibi ama iskeletim sıcacık. Normalde beyaz rengi çok sevmesem de iskelete yakıştığını düşünüyorum o an. Hep başkaları gider insanın mezarına, başkaları dua okur mezar başında. Oysa en çok kişinin kendi hakkıdır kendini mezarında ziyaret etmek. Tüm bu düşünce bulutları ufuktaki tehditkar seslerle dağılıyor.

-HAV HAFV RRRR HAFV.

Tehditkar canavara yaklaştıkça sesleri artsa da sevimliliği de artıyor. Bir iki ıslıkla düzeltiyoruz arayı. Biraz okşayıp vedalaşıyoruz. Yolla da vedalaşıp eve varıyoruz. Okuyanla da burada vedalaşıyoruz.

26 Haziran 2022 Pazar

Film arası ve filmin sonu

 

Film Arası

 

Sıkıcı bir Pazar film izlerken susadığımı fark ediyor ve hazır yerimden kalkmışken tuvaleti de aradan çıkartayım diyorum. Film çok güzel, aforizmalar, metaforlar ve onlara benzer şeyler ile dolu. İki karakter birbirleriyle beyin fırtınalı bir diyalog halindeler. Ben de onlara ayak uyduruyorum tabii. Ne zaman güzel bir kitap ya da güzel bir filme denk gelsem ben de onlara ayak uyduruyorum. Kendimi esas karakterle bağdaştırıyorum. Bu beni de neredeyse herkes gibi bir miktar salak ve yavan yapıyor. Ama yine de aynaya baktığımda kafam karmaşık bir ağaç kökü veya mont cebi perilerinin büyüsüyle birbirine dolanmış bir kablolu kulaklık gibi. Bir sürü fikir akıp geçiyor. Bazen üst üste biniyor, bazen çarpışıyor.  Metrobüs ilk durağı izdihamı gibi ama daha çok yönlü. Kalabalıklar birbirini eze geçe dört bir yandaki metrobüslere biniyorlar ama metrobüsler birer portal aslında. Dolayısıyla kimse bir yere varamıyor ve daha uzak bir açıdan bakıldığında rahatsız ediciliği de azalan bu tablo devr-i daim etmeye devam ediyor. Zihin deneyimlileştikçe gelişiyor mu diye düşünüyorum aynadaki benim neredeyse hiç suçum olmayan ve tamamen genetik sebeplerle bu halde olan ortalama suratımla karşılaştığımda. Belki de bilinçaltı -bir şekilde- tam da o esnada o düşünceyi ön rafa çıkartıyor. Kabuğun meyvenin en güzel yeri olmadığına ikna etmeye çalışıyor kendini içgüdüsel olarak. Sevdiğim bazı bestecileri düşünüyorum ve son dönem eserlerinde hep başyapıtlara rastlıyorum –haliyle. Beynimden bir iki fikir geçti diye kendimi derin birisi sanıp mutlu oluyorum. Tabi çok kısa bir süreliğine. Bu fikrin hemen akabinde ekonomimin kötü olduğu ve ülke ekonomisinin de kötü olduğu dank ediyor bilmem kaçıncı sefer. Hoş bir paralellik değil… Kestik-


Film Sonu


Filmin ikinci yarısı ilk yarıya göre vasattı. (Böyle bir ara bile yok aslında. Bu benim yarattığım suni bir ara ve bu yazının var olma sebebi. İşin daha da ilginci bu tamamen tesadüfen yazılan harfler eğer ufukta distopik şeyler yoksa benden daha uzun ömürlü olacak. Neyse filmin ikinci yarısı kötüydü dediğim gibi. Bizim hayatlarımızın ikinci yarısı daha iyi olur umarım. Hava yine kapadı. Film de burada koptu. Çektik-

7 Ağustos 2021 Cumartesi

Adem Gray'in Selfie'si

    Kesik ve acı bir çığlıkla sıçrayarak uyandı. Göğsünde o kadar yoğun bir sancı vardı ki ancak tanrı bizzat balyozu ile vursa bu denli acı çekilebilirdi. Bilinçsiz bir şekilde kalktı ve boy aynasının karşısına geçti. “Herhalde kalp krizi geçiriyorum bunlar da son anlarım” diye düşünüyordu. Aynadaki kendisiyle göz göze geldiğinde göz yaşlarının süzüldüğünü farketti. Ancak bu ölmekte olduğunu düşündüğü için mi yoksa acının şiddeti yüzünden vücudun gösterdiği doğal bir reaksiyon muydu bilinmez. Bir süre daha ölmeyi bekledi ama beklediği şey gerçekleşmedi. Acının şiddeti yerinde duruyordu ama varlığına biraz alışmıştı. Ağrı dışında bir sorunu yoktu. Nabzına baktı 81, nefes darlığı yoktu, ayaktaydı ve hareket edebiliyordu. Yaşama içgüdüsünün verdiği cesaretin de etkisiyle acile yürüyerek gidebileceğine kanaat getirdi. Hastane yakındı. Kaldırımda yürümeye başladığında ağrının şiddeti azalmamış ama sanki katlanılabilirliği artmıştı. Bir yandan da başına neler gelmiş olabileceğiyle ilgili tahminler yürütüyordu. Epeydir spor yaptığı yoktu. “belki uyurken ters bir hareket yapıp kaburgayı zedeledim. Hassiktir akciğer kanseri falan olmayayım lan? Belki de midede bi’şeyler var oraya vurdu ağrısı” Endişelendi “Allahım sen koru ya rabbim” şeklinde mırıldandı. Hem inancı hem de yürüme temposu artmıştı. Acilin kapısına girdiğinde karşılaştığı manzara ise az önce artan inancını ani bir hızla dibe düşürdü. Bunlar bizim dövizden beklediğimiz hareketlerdi gerçi. Neyse. Acilde her yaştan perişan görünen ve acı çektiği her halinden belli olan bir sürü insan vardı. Hadi yaşlılar bir derece de bir sürü çocuk vardı. Sırasını bekledi. Bekledikçe tüm bu ızdırabı niçin yaşatıyor diye Tanrıya öfkelendi. Ama insan her şeye rağmen umut dolu bir türdü. Bu durum biraz saçmaydı ama içgüdüsel bir şey olduğundan engellemesi zordu ve olayları yanlış değerlendirmemize sebep oluyordu. Hastayken doktora gitmek sanki tüm sorunumuzu çözecekmiş gibi hissederek tüm gücümüzü hastaneye ulaşmak için harcarız. Hastaneye geldiğimizde aynı şeyleri yaşayan bir sürü insan olduğunu görürürüz. Sıra beklerken az kaldı diye avuturuz kendimizi. Nihayet muayene oluruz. Ama iyileşmek zaman alacaktır. Burada bitse yine iyi. Bazen işler o kadar da yolunda gitmez. Aynı süreci defalarca tekrar yaşarsın. Hastalığın ölümcülse ölürsün. Seni öldürmeyen ama kronik bir şeyse ömür boyu yanında taşırsın. Notre Dame’ın kamburu gibi, ya da bazı insanların aptallığı gibi. 

    Bir saatlik bir beklemenin ardından nihayet doktorun odasına girmeyi başardı. Bu bekleme süresince ortalık epey tenhalaşmıştı. Bu sayede tetkikleri daha hızlı yapılabildi. Doktor;
 
-"Tetkiklerinizde bahsettiğiniz -ya da abarttığınız diye ekledi içinden-  ağrıya sebep olacak hiç bir neden yok. Size şimdi ağrı kesici bir iğne yapalım sonrasında da bir ilaç yazacağım onu da kullanırsınız. Eğer üç gün içerisince iyileşme olmazsa tekrar gelirsiniz daha ileri tetkiklerinizi yaparız " 

İğneyi olduğu anda sanki bir miktar hafiflemişti acısı. Belki de plaseboydu kim bilir?

Kendini eve zar zor attı. Tırabzanlardan inerken ayağı kaydı, neredeyse düşüyordu. Hayatın Teoman Şarkıları gibi olmadığı zamanlar da oluyordu elbet. İlaç ağrıyı bir azalttıysa beş dalgınlık yapmıştı. Eve geldiği gibi bir bardak su içmek üzere sürahiye doğru yöneldi. Bardağa su doldurmaya çalışırken elleri titrediği için suyun bir miktarı masaya döküldü. Bir miktarını da kafaya hızlıca dikerken döktü. Kanmayınca aynı işlemi aynen tekrarladı. Masanın susama yetisi olsaydı o da kanmış olacaktı. Suyu içtikten sonraki rahatlama çok kısa sürdü ve kendini birden çok halsiz hissederek yatağa attı. Tüm gece ne kadar uyudu bilinmez ama epey kabus görmüştü. Sürekli devamlılık sorunu olan kabuslar görüyor, ateşler içerisince yanıyor, bunlara ek olarak sanki kafası vücudunun on misliymiş gibi hissediyordu. Güneş doğduktan sonra biraz rahatlamış gibiydi. Aslında ağrısı ilk hissettiği an ile eşit seviyedeydi. Ama katman düşürmek bile iyi hissettiriyordu. O boşlukta uzun süredir telefonunu kontrol etmediğini fark etti ve eline aldı. Bir sürü yeni bildirim vardı, birileri bir şeyler yazmıştı. En üstteki bildirimde "Hafıza yetersiz. Yeni mesajları alabilmek için hafızada yer açın!" Uyarısı vardı. Sinirle galeriye girdi...

İşte o an beyninden vurulmuşa döndü. Telefonun ekranında geçen gün çektiği selfie vardı ama resimdeki kişi kendisi değil sanki kendisinin şeytanlaşmış versiyonuydu. Burnu ve çenesi hatta tüm yüz hatları olduğundan daha sivri ve keskin gözüküyordu. Yüzünde alaycı, aşağılayıcı bir ifade vardı ama aynı zamanda o kadar zavallı ve neredeyse iğrenç görünüyordu ki Adem bir an istemsizce öğürdü.  Ani bir parmak hareketiyle resmi silmeye çalıştı ama olmadı. Şaşkınlıkla aynı işlemi tekrarladı. Yine olmadı. Sinirlenerek bir kez daha denedi. Telefona ilk nesil dokunmatik telefonlar gibi bastırıyordu. Bu sefer bir silme işlemi oldu ama o da ne! Galerideki tüm resimler silinmişti. Şaşkınlığı daha da artmışken bilinmeyen bir numara aramaya başladı. Şaşkınlığına heyecan da eklendi ama yapılacak bir şey yoktu. Telefonu açtı. 

- " A-alo ?!?

"Adem merhaba; şimdi sakinleş ve beni iyi dinle tamam mı evladım?" Bu karizmatik ve sevecen ses tonu onu bir miktar rahatlattı ancak merakını da arttırdı.

"Ağrın ne alemde Adem?" Adem refleks olarak elini de göğsüne götürerek vücudunu dinledi; ağrı gitmişti.

" Gitmiş!!' demek istedi ama sesi komik bir şekilde çatladı. Tıpkı sabah dolmuşunda "kaptan müsait bir yerde!" demeye çalışırken düşülen komik duruma düşmüştü.

"Bu yalnızca bir uyarıydı Adem seni sevdiğim için. O fotoğraftaki gördüğün aslında şu anki halin. Henüz 34 yaşında olmana rağmen kaçtığın gerçek sen öyle. Ruhun bu şekilde gözüküyor."

Adem dehşete kapıldı. " Ama nasıl olur? Tamam belki mükemmel biri değilim ancak yine de kendi açımdan duyarlı biriyim. Diğer insanların hakkını gözetmeye, yememeye çalışıyorum. En azından bana davranılmasını beklediğim gibi davranıyorum insanlara. Bu bile bir şeydir bence."

"İşte bilmeden veya önemsemeden işlediğin günahlar bile ruhunu bu derece kirletmiş durumda. Gerçekten kötü olarak addettiğin insanları var sen düşün."

"Peki ya siz kimsiniz?"

"Ben mi? Ben bir hikaye karakteriyim. Hatta hikayenin içerisinde bile gerçek değil rüyanın içerisinde yer alıyorum."

    Adem birden uyandı. Ama gözlerini hemen açamadı. Biraz çapak, biraz ödem yolunu kesmişti. "Nasıl bi rüyaydı bu be?" diye düşündü. Ama tam olarak da hatırlayamadı. Reflü ağrısı göğsünü acıtınca aklına geldi "haa demek ağrıdan dolayı bilinçaltı karıştırdı yine bir şeyler".

Mide asidi azaltıcı tabletini çıkırrt! diye bir ses ile ilaç saklama plastiğinden çıkarttı ve ağzına attı. Ardından ısıtıcıya bastı. Kahveye soğuk su eklemeyecekti bu kez. O soğuyana kadar anca biterdi ilaç. Bu tatsız ve mide yakıcı sabah rutini bile Adem'in hatalarından ne denli ders çıkartan biri olduğunu bize gösteriyordu.

 

sis

  Bir adım ötesini görmek bile çok zordu. Bu denli yoğun bir sisle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sis tabakasının beyazdan griye geçişi, ner...