25 Ekim 2014 Cumartesi

Veysel amcanın bir günü..


   64 yaşına basalı fazla olmamıştı; bir kaç ay kadar olmalıydı. Küçük bir taşra ilçesinde yaşardı Veysel amca. İnançlı ve imanlı fakat parasız biriydi. Zaten böylesi daha hayırlıydı onun düşüncesine göre. Diğer türlü olsa imanında çatlaklar, zamanla ve haliyle de kırılmalar meydana gelebilirdi. İnsan, nefsi karşısında zayıf bir varlıktı çünkü.

 Bu düşünceler eşliğinde yatağında yaklaşık 10 dakika oyalandıktan sonra yavaşça doğrularak kalktı.  Zira birden kalkarsa gözleri kararıyordu. 2 yıldır tansiyon ilacı kullanıyordu. Ama bu neredeyse övünülecek bir şey bile sayılabilirdi. Çünkü 60 yaşına kadar çok az hastalanmıştı. Bununla hep övünürdü -biraz da gereksiz bir şekilde-.

 Tek başına yaşıyordu Veysel amca. Eşini yani 38 koca sene boyunca hayatını paylaştığı kişiyi kaybedeli 6 yıl olmuştu. Üzülüp kahrolduğunu çevresine çok belli etmemişti -hatta kendisine bile-. Ama biliyordu. İçinde bir yerlerde bir şeyler sönmüştü. Artık 2-0 önde olduğu bir maçın uzatma dakikaları başlamıştı. Kazara bir gol yese bile 2.yi yiyip sahadan berabere ayrılması için karşı tarafa büyük bir mucize gerekiyordu. Baya rahattı yani artık saatini bekliyordu. Bir de oğlu vardı. Ama o biraz uzakta yaşıyordu. Büyük şehirde. Ondan yana da içi rahattı. Kendisinin çok iyi bir baba olduğunu düşünmese de - ortalamanın üstündeydi ama yinede- oğlunun iyi huyluluğu sayesinde sorunsuz bir şekilde büyütmüştü. Okutacak imkanı yoktu ama oğlu burs bulup, gerektiğinde çalışıp okumuş ve iş sahibi olmuştu. Ama aile kurmak istemiyordu. Veysel amca da saygı duyuyordu onun bu kararına.

 Kahvaltısını edip çıktı. Günlerden cumaydı, Namazdan önce eş dostla görüşür, biraz da hava alırım diye düşündü.

 Neyse namaz vakti geldi. Girdi camiye. Rüku'dayken sol ayağının üzerinde açık renk bir böcek var sandı ama namazda olduğundan bozuntuya veremedi. Gözleri de iyi seçemiyordu. Ama çıkarken eşe dosta dalıp unuttu gitti bu olayı.

  Akşam üstü eve dönünce yemekten önce yine gözü takıldı. Eliyle dokundu sonunda ve bir baktı ki aslında böcek falan yoktu ortada. Çorabı delinmişti sadece. Biraz tuhaflık ta barındıran bir şekilde gülümsedi. Çorap söküğü değildi sonuçta. Telaşa hiç gerek yoktu. Tamı tamına 7 adet çorabı vardı. Bir tane daha alırdı yarın çıkıp. Hatta doktora uğrayıp gözlerine baktırırdı. Sonra da yeni gözlüğünü alırdı. Sürekli takma alışkanlığı edinebilirdi belki böylece. Artık her şeye hazırlıklıydı ama insan gelecek günlere karşı hala merak besleyebiliyordu.

  Televizyon karşısında bir kaç saat vakit öldürdükten sonra uykusu geldi ve yattı. Hemen uyumuştu. Saat 2 sularında da artık nefes almıyordu. Bu kadar sıradan bir günün son gün olması biraz can sıkıcıydı. İnsan sonunun yüce ve özel olmasını bekleme eğilimindeydi. Sanki ilk günümüz çok özel veya çok yüceymiş gibi.




18 Ekim 2014 Cumartesi

Vladimir Horowitz


   En baştan belirtmek isterim ki bu biyografik bir yazı olmayacak. Ama biyografisi için tıklayın.
Ben daha çok bu büyük ustanın bana hissettirdiklerinden dem vuracağım.


Horowitz'in Bizet'in Carmen'inden bir tema üzerine varyasyonları ; aşağıda



Bence bu parça ve performans Horowitz'in karakteristik icrası için verilebilecek en iyi örnek. Zaten bu yazıyı yazma fikri de bir gün elimi cebimdeki telefona götürüp çalan parçayı değiştiremeyecek kadar sıkışık bir otobüste bu eser çalmaya başlayınca aklıma geldi. Yanlış anlaşılmasın! Kalabalık ve gürültülü ortamlarda ben klasik müzik - özellikle solo enstruman- eserleri dinleyemiyorum o yüzden yani. Neyse

Yalnızca icra değil, notasyon da çok karakteristik. Yani Horowitz gençlik yıllarında arzuladığı gibi besteci yönüyle ön plana çıksaydı dahi aynı başarıyı yakalardı bence. Parmakları lastik gibi diymi?hehe :)

Şimdi bir diğer videoya geçelim

ses olarak da verelim çünkü çok daha etkili bahsettiğim kısımlar.

Zaten dünya üzerindeki en etkileyici girişe sahip müzikler listesinde kendisine en başlardan yer ayırtmış olan Rachmaninoff'un 2. piyano sonatını Horowitz'te yüceltiyor. Burada bana bir şeyler oluyor işte. Piyanonun en kalın siyah tuşu olma özelliği de taşıyan o si bemol sesi. Horowitz orada piyano fizyolojisinin kurallarıyla oynuyor resmen. Tondan ziyade bir tür tahta sesi çıkıyor. Horowitz'in eli sanki bir çekiç ve si bemol de sanki azılı bir düşman. O çekiç ve azılı düşmanlar eserde sık sık tekrar ediyor. Bana da fizik aleminde var olamayan entellektüel bir sigara yakıp arkama yaslanmak kalıyor.





Alexander Scriabin  çocuk yaştaki Horowitz'i dinlediğinde. Annesine '' Bu çocuğu mutlaka piyanist yapın. Ve kesinlikle entellektüel açıdan gelişmesini de sağlayın'' gibilerinden bir şeyler demiş. Daha sonraları bu gazın vefa borcunu da ödemiştir bence Horowitz. O da şöyle ;


Bu esere özel bir ilgisi olduğunu da düşünüyorum ben. Çünkü en az 5 farklı kaydını dinlemişimdir şimdiye kadar. Benim de piyano edebiyatındaki en sevdiğim eserler arasındadır bu.


Son olarak Rachmaninoff'a bizzat çalmış birisi olan Horowitz'in 75 yaşında verdiği konserin kaydını verip gideyim. Yani ''sen nasıl bir insansın?'' Diye sormadan edemiyor insan.






Özetle: Büyüksün Maestro!




sis

  Bir adım ötesini görmek bile çok zordu. Bu denli yoğun bir sisle daha önce hiç karşılaşmamıştı. Sis tabakasının beyazdan griye geçişi, ner...